Mizuki Tsujimura’nın “Onu Ayışığında Aramak” Romanı Türkçede: Sessizlik, Kayıp ve Dolunayın Dili

Japon edebiyatının modern çağdaki en özgün kalemlerinden biri olarak anılan Mizuki Tsujimura, son yıllarda yalnızca ülkesinde değil, dünya edebiyat sahnesinde de giderek büyüyen bir yankı uyandırıyor. Yazarın dünya çapında ses getiren romanı Onu Ayışığında Aramak, Athica Yayınları etiketiyle Türkçeye kazandırıldı. Bu eser, yalnızca bir polisiye veya fantastik kurgu değil; aynı zamanda kayıp, arzu, bekleyiş ve sessizlik üzerine kurulmuş bir varoluş sorgulamasıdır. Tsujimura, bir romanın sınırlarını psikolojik derinlik, metafizik duyarlık ve gündelik insan ilişkilerinin kırılgan yüzeyiyle ustalıkla genişletiyor. Onun edebiyatı, görünmeyeni dillendirme, söylenemeyeni sezdirme çabasıyla örülmüş bir sessizlik mimarisi gibidir.

Roman, okuru hemen ilk sayfalarında tuhaf bir soruyla karşı karşıya bırakır: “Öteki dünyadan görmek istediğin biri var mı?” Bu soru, hem romanın dramatik çekirdeğini hem de felsefi eksenini oluşturur. Hikâye, Ayumi adlı bir karakterin dolunay ışığında, öte dünyadaki kişilerle iletişime geçebilme yeteneği üzerine inşa edilir. Tsujimura burada doğaüstü bir unsuru gündelik hayatın içine yerleştirirken, mucizeye değil, kaybın ve yasın antropolojisine yönelir. Dolunay, roman boyunca yalnızca bir göksel fenomen değil, hatırlamanın, affetmenin ve kabullenmenin sembolü hâline gelir. Her bir dolunay sahnesinde karakterler, geçmişin gölgeleriyle yeniden yüzleşir; okur da bu yüzleşmeye, kendi iç hesaplaşmalarının yankısıyla tanıklık eder.

Eserin kurgusal yapısı, geleneksel bir anlatı çizgisinden çok, ritüelistik bir döngüye benzer. Ay ışığında gerçekleşen her buluşma, üç temel kurala bağlıdır: Çağrılan kişi daha önce çağrılmamış olmalıdır; her iki taraf da buluşmayı reddetme hakkına sahiptir; ve bu buluşma yalnızca dolunay gecesinde gerçekleşebilir. Bu üç koşul, metni alegorik bir düzleme taşır. Zamanın döngüselliği, insan iradesinin sınırlılığı ve kaderin belirsizliği arasındaki gerilim, romanın temel felsefi dinamiğini oluşturur. Tsujimura, bu üçlü kuralı bir tür ahlaki geometri gibi işler: Her kural, bir vicdan sınırına, bir varoluş diyalektiğine dönüşür. Dolunay altında gerçekleşen her buluşma, yalnızca iki kişi arasında bir temas değil; aynı zamanda kolektif hafızanın, toplumsal suçluluğun ve bastırılmış arzuların da yeniden doğuşudur.

Tsujimura’nın edebi evreninde melankoli, yalnızca bir duygusal hal değil, bilincin en yoğun biçimidir. Onun cümleleri, minimalizmin zarafetiyle ilerler; sade görünen bir sahne, birkaç satır sonra bir metafizik yankıya dönüşür. Onu Ayışığında Aramak, bu anlamda Japon edebiyatının klasik duyarlık kodlarını —özellikle wabi-sabi estetiğini, yani geçiciliğin ve kusurun güzelliğini— modern bir psikolojik gerilim atmosferiyle harmanlar. Tsujimura, karakterlerini birer olay örgüsü figürü olarak değil, birer bilinç katmanı olarak kurar. Ayumi’nin ölülerle konuşma yeteneği, aslında yaşayanların birbirini anlayamama trajedisinin bir yansımasıdır. İnsanlar arasındaki sessizlik, romanın asıl diyalogudur. Bu sessizlik, aynı zamanda bir dilin sınırlarını zorlayan, dilin ötesine geçmeye çalışan bir çabadır. Çünkü bazı kayıplar anlatılamaz; bazı yüzleşmeler ancak suskunlukta yankılanır.

Eda Karakol’un Türkçe çevirisi, eserin bu sessizlik estetiğini büyük bir dikkatle taşır. Japoncanın kendine özgü ölçülü duygusallığı ve içe dönük ritmi, Türkçede incelikli bir dengeyle yeniden kurulmuştur. Çeviri, yalnızca kelimelerin değil, sessizliklerin de aktarımıdır. Bir cümlenin arasındaki durak, bazen anlamın kendisidir; Karakol, bu farkındalıkla metnin ritmini koruyarak çeviriyle orijinal arasında neredeyse görünmez bir köprü kurar. Romanın dili, bu yönüyle, yalnızca edebi bir aktarım değil; aynı zamanda bir kültürel tercümedir — iki farklı dilin duygusal topografyasını birbirine bağlayan bir duyarlık eylemi.

Tsujimura’nın edebiyatında dikkat çeken bir diğer özellik, karakterlerin gündelik hayatın olağan yüzeyinden birdenbire derin metafizik sulara düşmesidir. Onlar alışverişe gider, kahve içer, işe yetişmeye çalışır; ama bir anda, sıradanlığın içinden bir varoluş yarığı açılır. Bu ani derinleşme, Japon kültürünün ruhsal sürekliliğini yansıtır. Modernliğin telaşına rağmen, doğayla, ölümle, geçmişle kurulan bağ kopmaz. Onu Ayışığında Aramak tam da bu kırılma noktasında durur: teknolojinin, hızın, şehir gürültüsünün ortasında bile insanın özleminin kadim bir biçimde varlığını sürdürdüğünü hatırlatır. Dolunay, burada hem zaman dışı bir semboldür hem de insani duyguların evrensel döngüsüne işaret eder.

Romanın dünya çapında gördüğü ilgi, yalnızca konusunun özgünlüğünden değil, anlatımının evrensel insani temalara dokunabilmesinden kaynaklanıyor. Kayıp, pişmanlık, affetme arzusu, ölümü anlamlandırma çabası… Bunlar, kültürel sınırları aşan duygulardır. Tsujimura, bu evrenselliği bir Japon duyarlığıyla anlatır: göstermez, sezdirir; konuşmaz, susar; bağırmaz, fısıldar. Okur, bu sessizliğin içinde yankılanan anlamı kendi iç dünyasında bulur. Roman, okura bir hikâye anlatmaktan çok, bir duygusal iklim sunar. Bu nedenle Onu Ayışığında Aramak, yalnızca okunmaz; tecrübe edilir. Okur, kendi dolunayını beklerken, kendi geçmişiyle, kendi kayıplarıyla da yüzleşmeye davet edilir.

Bu eser, modern Japon edebiyatının uluslararası ölçekte ulaştığı incelikli anlatımın bir örneği olmasının ötesinde, edebiyatın evrensel işlevini de hatırlatıyor: insanın unutulmuş duygularını, bastırılmış seslerini ve yarım kalmış hikâyelerini yeniden görünür kılmak. Mizuki Tsujimura’nın kalemi, bir anlamda ay ışığı gibidir: karanlığı tamamen aydınlatmaz ama ışığın kendisinden çok, gölgelerin anlamını düşündürür. Türkçe baskısı, bu ışığın bir parçasını bizim dilimize, bizim gecemize taşımış durumda. Onu Ayışığında Aramak, çağımızın gürültülü hızına karşı, edebiyatın hâlâ fısıldayarak konuşabileceğini kanıtlayan bir yapıt olarak raflarda yerini alıyor.

By editör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir