Bugonia, insanın içindeki “karanlık öz”le yüzleşme cesareti hakkında bir film.
Yorgos Lanthimos, bize insanın iç dünyasının bir savaş alanı olduğunu hatırlatıyor:
Öfke, korku ve sevgi aynı bedende kavga ediyor.
Bu film, iyi olmanın değil, insan olmanın ağırlığını anlamaya davet ediyor.
Yorgos Lanthimos’un son filmi Bugonia, sinemanın sınırlarını zorlayan, rahatsız edici derecede dürüst bir deneyim. Film, görünürde üç karakterin dar bir mekânda geçen hikâyesini anlatıyor gibi dursa da, aslında modern insanın içsel sıkışmışlığını, varoluşsal bunalımını ve güç arzusu ile şefkat ihtiyacı arasındaki o kadim çatışmayı derinlemesine ele alıyor. Lanthimos, yine bildiği yerden vuruyor: İnsan doğasının karanlık köşelerine ışık tutarken, izleyiciyi o karanlıkta kendi suretiyle yüzleştiriyor.
Teddy, Donny ve Michelle… Bu üç karakter, insanın benlik serüvenini temsil eden üç ayrı bilinç hâli gibi. Teddy öfkenin, Donny korkunun, Michelle ise bilinçli manipülasyonun simgesi. Fakat film ilerledikçe bu roller birbirine karışıyor. Tıpkı ruhsal süreçlerimizde olduğu gibi: İçimizdeki öfke bazen korkunun maskesini takıyor, şefkat bazen tahakküme dönüşüyor. Lanthimos, karakterlerini bir laboratuvar gibi kullanıyor; onları kapalı bir alanda bir araya getirip izliyor, çözümlüyor ve sonunda yok ediyor. Böylece, “insan” dediğimiz karmaşık varlığın hangi dürtüyle hareket ettiğini, en derin arzularında bile nasıl kendi kendini sabote ettiğini görünür kılıyor.
Bugonia, adeta bir zihinsel deney filmi. O dar mekân, insan zihninin iç odalarını simgeliyor. Film boyunca nefes alamama hissi, yalnızca fiziksel bir sıkışmışlık değil; içsel bir daralmanın da ifadesi. Karakterler birbirlerini gözlerken, biz de onları izliyoruz. Ama daha derinde, kendimizi izliyoruz. Çünkü Lanthimos’un sinemasında izleyici daima tanıklık eden değil, tanıklığın nesnesine dönüşen bir figürdür. Film, bizim bakışımızı tersine çeviriyor. Soruyor: “Sen kimsin izleyen? Bu şiddet, bu arzu, bu güç isteği yalnızca ekrandakilere mi ait, yoksa sana da mı?”
Filmin en çarpıcı yönlerinden biri, iyilik ve kötülük kavramlarını mutlak kategoriler olarak değil, birbirine sürekli dönüşen enerjiler olarak sunması. Michelle’in karakterinde bunu açıkça görüyoruz. İlk başta bir mağdur gibi çizilen kadın, zamanla kontrolü ele alıyor. Ancak bunu özgürlük adına değil, iktidar adına yapıyor. Bu noktada film, Nietzsche’nin “güç istenci” kavramını çağrıştırıyor. İnsan, kendi varlığını onaylamak için daima üstün gelmek istiyor; başkasını ezmeden, yönlendirmeden kendini hissedemiyor. Fakat Lanthimos, bu arzuya bir lanet gibi bakıyor. Gücü elde edenin, nihayetinde o gücün esiri olduğunu gösteriyor.
Teddy ve Donny’nin ilişkisi de bu güç dengesinin farklı bir versiyonu. Biri kabaran öfkesini dünyaya doğrultuyor, diğeri korkusuyla kendi kabuğuna çekiliyor. İki uç, aynı eksende birleşiyor: varoluşun dayanılmaz ağırlığında. Bu yönüyle film, Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözünü ters yüz ediyor. Bugonia’da cehennem başkaları değil, bizzat kendimiziz. Diğerleri sadece içimizdeki çatlağı görünür kılıyor. Lanthimos, insanın kendiyle yüzleşmesinin ancak başkasının bakışıyla mümkün olduğunu söyler gibi: “Ben” olabilmek için bir “öteki”ye muhtaç olduğumuzu, ama bu muhtaçlığın aynı zamanda ruhsal bir esaret yarattığını hatırlatıyor.
Film boyunca hissedilen rahatsızlık, bilinçdışının perdeye yansımasından kaynaklanıyor. Karanlık, soğuk, klostrofobik sahneler; bastırılmış duyguların dışavurumu gibi. Kamera çoğu zaman karakterlerin yüzüne acımasız bir yakınlıkta yaklaşır; o kadar ki, izleyici artık “karakteri izlemiyor”, onunla birlikte nefes alıp veriyor. Bu yakınlık, sinemada ender rastlanan bir tür terapötik etki yaratıyor. Çünkü film, bilinçdışıyla yüzleşmeyi bir seyir değil, bir deneyim hâline getiriyor. Jung’un deyimiyle “gölge”yle karşılaşma anı bu. Ve gölgeyle karşılaşmak, her zaman sarsıcıdır.
Lanthimos’un sineması genellikle absürtlükle suçlanır; ama aslında onun absürtlüğü, varoluşun çıplak hâlidir. Bugonia’da hiçbir diyalog fazla, hiçbir jest gereksiz değildir. Her hareket, insanın içsel motivasyonunun bir yankısı gibidir. Öfke, korku, merak, arzu, utanç… Hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Bu yüzden film, lineer bir anlatı bekleyenler için anlaşılmaz bir kaosa dönüşebilir; ama psikolojik ve felsefi bir okuma yaptığınızda, bu karmaşanın kendi içinde büyük bir düzen taşıdığını fark edersiniz.
Belki de Bugonia’nın asıl başarısı, insanın en ilkel dürtülerini modern bir estetikle harmanlamasında yatıyor. Çünkü çağdaş insan, teknolojiyle donanmış olsa da hâlâ mağara içgüdülerinin rehberliğinde yaşıyor. Korktuğu zaman saldırıyor, sevilmediğinde yok ediyor, güçlü hissetmek için zayıfı eziyor. Film, bu döngüyü kırmanın neredeyse imkânsız olduğunu söylüyor. Yani insan, kendi içindeki “homo homini lupus”u —insan insanın kurdudur ilkesini— ortadan kaldıramıyor. Ve Lanthimos bunu bir ahlak dersi olarak değil, bir varoluş gerçeği olarak sunuyor.
Michelle karakterinde kadın figürünün konumu da ayrıca dikkat çekici. O, hem yaratıcı hem yok edici; hem anne hem yırtıcı. Bu ikilik, kadının toplumdaki temsiliyetini değil, insan ruhunun dişil yönünü sorguluyor. Çünkü dişil enerji yalnızca şefkat değil, aynı zamanda yıkım gücü de taşır. Michelle’in hikâyesi, bu gücün kontrolsüz bırakıldığında nasıl bir içsel yıkıma dönüştüğünü anlatıyor. Bu noktada film, Freudyen bir okumayı da hak ediyor: bastırılmış arzu, vicdanla çatışınca ortaya çıkan suçluluk duygusu, bu karakterin davranışlarında açıkça gözlemleniyor.
Tüm bu karanlık tonlara rağmen, Bugonia’nın derinlerinde gizli bir umut kıvılcımı var. Lanthimos, insanın çelişkilerini teşhir ederken onu yargılamıyor. Çünkü bu film, insanın kusurlarını ifşa eden bir mahkeme değil; onların anlaşılmasını sağlayan bir ayna. Belki de bu yüzden film bittikten sonra uzun süre sessiz kalmak istiyorsunuz. Çünkü her sahne, içimizde yankılanan bir itiraf gibi. Her karakter, benliğimizin bir parçasını temsil ediyor.
Sonunda Bugonia, bir filmden çok, bir varoluş deneyimi. Lanthimos, izleyiciyi yalnızca izlemeye değil, hissetmeye ve düşünmeye zorluyor. “İnsanın doğası nedir?” sorusunu sormakla kalmıyor; “Bu doğayla yaşamayı öğrenebilir miyiz?” sorusunu da gündeme getiriyor. Cevap vermiyor, çünkü cevap zaten bizim içimizde. Belki de o yüzden Bugonia, kolay unutulacak bir film değil. İzleyeni rahatsız eden, sorgulatan, iç dünyasını eşeleyen bir yapıt.
Ve belki de her büyük sanat eseri gibi, o da şu gerçeği fısıldıyor: İnsan, kendinden kaçtığı sürece kendi cehenneminde yaşamaya mahkûmdur. Ama bir gün cesaret edip o cehennemin içine bakarsa, belki orada, kurtuluşun ilk kıvılcığını bulabilir.
Hazırlayan: Gazeteus Sinema Servisi
