Anthony Burgess’in 1961 tarihli Otomatik Portakal romanı, sadece bir distopya değil; bireyin özgürlüğünü, teodise problemini, ahlâkın doğasını ve devletin biyopolitik müdahalesini tartışan derin bir felsefî alegoridir. Romanın temel sorusu şudur: İnsan, kötülüğü seçme iradesinden yoksun bırakıldığında hâlâ insan mıdır?


Alex’in kötülüğü seçmesi, Augustinus’un Confessiones’te tartıştığı gibi özgürlüğün yanlış kullanımına işaret eder. Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi’nde vurguladığı üzere ahlâk ancak özgür irade ile seçildiğinde anlam kazanır. Devletin uyguladığı Ludovico Tekniği kötülüğü bastırırken iyiliği de anlamdan yoksun bırakır. Alex artık ahlâkî bir özne değil, refleksle hareket eden bir makinedir. Burgess’in ironisi burada gizlidir: Devlet kötülüğü yok ederken aslında insanı da yok etmektedir.
Romanın sembolleri – süt, müzik, dil ve portakal – insan doğasına dair kadim tartışmaları yeniden gündeme getirir. Süt, masumiyetin ve çocukluğun simgesidir; ancak uyuşturucu ile karıştırılarak şiddet iksirine dönüşür. Bu yozlaşma, Foucault’nun “bedenin disipline edilmesi” fikrini hatırlatır: En saf olan bile iktidarın elinde şiddetin aracına dönüşebilir.


Alex’in Beethoven’a duyduğu tutku, estetik ile barbarlık arasındaki gerilimi gösterir. Nietzsche’nin Tragedya’nın Doğuşu’nda dile getirdiği Apolloncu düzen ile Dionysosçu taşkınlık Alex’in karakterinde birleşir. “Güç, güç, güç… Herkes güç istiyor.” Diyen Alex, Nietzsche’nin “güç istenci” kavramını somutlaştırır. Sanat burada şiddetin fon müziği olur; Adorno’nun uyardığı gibi kültür endüstrisi barbarlığı estetize eder.
Portakal imgesi, dıştan organik ama içten mekanik bir varlığı temsil eder. Bu, insanın özgürlüğünü yitirip devletin işlevsel nesnesine dönüşmesinin simgesidir.


Hobbes’un Leviathan’ında güvenlik adına özgürlüğün feda edilmesi, Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nda belirttiği gibi bireyin politik özne olmaktan çıkarılmasıyla sonuçlanır.
Bugün, davranışları algoritmalarla yönlendirilen bireylerin yaşadığı dijital dünyada bu metafor daha da çarpıcı hale gelir: Hepimiz birer “modern otomatik portakal”a dönüşmekteyiz.
Leibniz’in klasik sorusu hâlâ güncelliğini korumaktadır:

“Tanrı her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi ise, kötülük nasıl mümkündür?”
Leibniz’e göre bu dünya “olası dünyaların en iyisidir”; kötülük, iyiliğin anlaşılması için gereklidir. Alex’in kötülüğü seçmesi, iyiliğin anlamlı olması için zorunludur. Ancak Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde sorduğu şu soru da geçerliliğini sürdürmektedir:
“Çocukların çektiği acılar da Tanrı’nın planına mı dahildir?”
Masumların acısı, Alex’in özgürlüğüne hizmet etmeli midir?


Augustinus’a göre kötülük, iyiliğin yoksunluğudur; insan özgür iradesini kötüye kullandığında kötülüğü üretir.
Devletin Alex’e müdahalesi, bu teodise sorununa seküler bir yanıt gibidir.
Eğer Tanrı kötülüğü ortadan kaldırırsa özgür irade yok olur; eğer devlet şiddeti ortadan kaldırırsa birey insan olmaktan çıkar. Alex kötülüğü seçebildiği sürece insandır; kötülüğü yapamaz hale geldiğinde ise “otomatik portakal” olur.
Roman içinde roman olarak geçen Otomatik Portakal kitabının yazarı F. Alexander, özgürlük idealine inanan bir entelektüeldir. Ancak ironik biçimde, Alex geçmişte onun evine girip eşine tecavüz etmiş ve ölümüne sebep olmuştur.
Bu sahne, yazarın kendi idealiyle yüzleşmesidir: Teorik özgürlük ideali ile onun trajik sonuçları… Nietzscheci bir okumayla Alex Dionysosçu taşkınlığı, devlet Apolloncu düzeni temsil eder. Böylece teodise problemine paralel bir özgürlük paradoksu doğar: Özgürlüğün bedeli masumların acısıdır.
Tam da burada Sartre’ın şu sorusu aklımıza gelir:
“Sanatçı eserinden sorumlu mudur?”
F. Alexander, Burgess’in alter egosudur. Alex’in yazarıyla yüzleşmesi, Burgess’in okuruyla yüzleşmesidir. Sonunda şu soruyla baş başa kalırız:
Özgürlüğü savunmak, kötülüğün sonuçlarını da savunmak anlamına mı gelir?


Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde vurguladığı gibi, modern iktidar artık “ölümü dayatmakta değil, yaşamı düzenlemekte” kendini gösterir. Devlet artık yalnızca cezalandırmaz; bedenleri, arzuları ve davranışları da şekillendirir. Ludovico Tekniği bu biyopolitik müdahalenin en uç örneğidir. Alex, artık bir yurttaş değil, üzerinde deney yapılan bir bedendir. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı da bu tabloyu tamamlar: Alex’e işkence eden teknisyenler, yalnızca “görevini yapan” memurlardır. Yaptıkları işkencenin ahlâkîliğini sorgulamazlar.
Burgess’in uyarısı açıktır: İnsan, kendi devletinin ellerinde biyolojik, psikolojik ve ideolojik olarak programlanmış bir “otomatik portakal”a dönüşebilir.


Romanın sonunda Alex, şiddetten sıkılır ve yeni bir yaşam düşler. Bu dönüşüm devletin zorlamasıyla değil, kendi seçimiyle olur. Gerçek iyilik ancak özgürce seçildiğinde anlamlıdır. Burgess, insanın kötülükten tamamen arındırılabileceği fikrini reddeder. Çünkü kötülüğün yokluğu, özgürlüğün de yokluğudur.
Bugün algoritmaların davranışlarımızı yönlendirdiği çağda, Burgess’in sorusu daha günceldir:
Özgürlük pahasına güvenlik mi, yoksa kötülük ihtimaliyle birlikte insan kalmak mı?

Yazan : Ümran Kırtak

By editör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir