Bu yazımda sizlere, hayatımda şahsiyetiyle derin bir iz bırakmış, ülkemizde yaşayıp da bağımsız ve özgür kalmayı başarabilen, vicdanını hiçbir çıkar uğruna satmamış ender insanlardan biri olan Sabahattin Ali’den bahsetmek istiyorum. Onu yalnızca güçlü bir yazar olarak değil, karakterinden ödün vermeyen bir insan, hakikatin bedelini ödemekten çekinmeyen bir vicdan olarak görüyorum. Çünkü Sabahattin Ali, bu ülkede hem kalemiyle hem duruşuyla özgürlüğün, ahlakın ve düşünce onurunun sembolü olmayı başarmış az sayıdaki şahsiyetlerden biridir.

Sabahattin Ali’yi çoğumuz bir “yazar” olarak tanırız. “Kürk Mantolu Madonna”nın Raif Efendi’siyle, “İçimizdeki Şeytan”ın aydın bunalımıyla, “Kuyucaklı Yusuf”un isyanıyla tanırız. Oysa Sabahattin Ali’yi yalnızca edebiyatçı kimliğiyle anmak, onun varoluşunun esas çizgisini görmezden gelmektir. Çünkü o, kalemini bir süs aracı olarak değil, bir vicdanın sesi olarak kullanmış; hayatını da bu vicdanın yönlendirdiği bir düşünce eylemine dönüştürmüştür.
O, Türkiye’de “hakikati dile getiren” olmanın bedelini ödemiş bir şahsiyettir. Ve bu ülke, hakikati söyleyenleri ne yazık ki çoğu zaman yalnız bırakmıştır.

Sabahattin Ali’nin hayatına bakıldığında, ilk göze çarpan şey onun hiçbir yere tam olarak ait olamamasıdır. Ne devletin kalıplarına sığmıştır, ne dönemin sol çevrelerinin kolaycı sloganlarına. O, bir mahallenin, bir ideolojik etiketin adamı olmamıştır. Bu, bir “yönsüzlük” değil; bilakis bir ahlaki yön duygusunun, bir erdemli yalnızlığın ifadesidir. Çünkü onun dünyasında “doğru”, kimin söylediğine göre değil, hakikatin kendisine göre ölçülür.
Yanlışı kim yaparsa yapsın, eleştirilebilmelidir. Erdemsizliği kim sergilerse sergilesin, ifşa edilmelidir. Bu tavır, her çağda bedel ister. Sabahattin Ali bu bedeli yalnızlıkla, dışlanmayla ve sonunda canıyla ödemiştir.

Felsefi olarak bakarsak, Sabahattin Ali’nin yaşamı “otantik varoluş”un, yani kendine sadık olmanın bir örneğidir. Sartre’ın dediği gibi, insan kendi seçimlerinden ibarettir. Ali, her seçimini, kendi vicdanının terazisinde tartarak yapmıştır. O, kalabalıkların alkışına değil, içsel doğruluğuna yaslanmıştır. Bu yüzden “dışarıda” kalmıştır; çünkü hakikati merkezine alan bir insan, çıkar ilişkilerinin, yalan dostlukların, sahte ahlakların dünyasında hep dışarıda kalır.
Kendi çevresini dahi sorgulamaktan çekinmeyen bu adam, “bizden biri” olmanın konforunu reddetmiş; düşünceyi ve adaleti “biz” ya da “onlar”ın ötesine taşımıştır. Belki de bu yüzden, o yalnızca bir “yazar” değil, bir karakter, bir şahsiyet olarak var olmuştur.

Sabahattin Ali, kelimenin en derin anlamında özgür bir zihindi. Onun özgürlüğü, bir ideolojiye körü körüne bağlı olmamakta değil, her düşünceyi vicdan süzgecinden geçirmekteydi. Çünkü hakikat onun için bir grubun malı değildi. Hakikat, insanın vicdanında yankılanan sessiz bir sestir ve o sesi duymak cesaret ister. Sabahattin Ali’nin en büyük cesareti, bu sesi susturmadan yaşamasıydı.
Bir yazarın en temel görevi, toplumun aynası olmak değildir; o aynayı kırıp, yüzümüze tuttuğu kırık parçalarla kendimizi yeniden görmemizi sağlamaktır. Sabahattin Ali bunu yaptı. Yazdıklarıyla hem dönemin ikiyüzlü aydınlarını hem halktan kopuk sol çevreleri hem de tahakkümcü iktidar zihniyetini eleştirdi.
Bu yüzden sevilmedi. Çünkü o, herkesin kendinden bir parça görmek istediği “yumuşatılmış” yazar tipinden çok uzaktı. O, rahatsız eden bir aydındı. Çünkü hakikat rahatsız ederdi.

Sabahattin Ali’nin yazınında trajik bir derinlik vardır; ama bu trajedi, yalnızca bireysel bir kaderin değil, aynı zamanda bir ülkenin düşünsel kaderinin de yansımasıdır.
O, “İçimizdeki Şeytan”da aslında hepimizin içindeki korkaklığı, konformizmi, başkalarının düşüncelerine sığınma kolaycılığını anlattı. “Kürk Mantolu Madonna”da ise sevmenin, ama daha önemlisi anlamanın ne kadar zor olduğunu… Çünkü insan, ne kadar konuşursa konuşsun, özünde yalnızdır. Bu yalnızlık, Sabahattin Ali’nin hayatında bir “ceza” değil, bir bilinç durumu haline gelmiştir.
Kendisini yalnızlaştıran toplumun içinde, insan olmanın erdemini, vicdanın ağırlığını, adaletin hakiki manasını koruyabilmek… İşte Sabahattin Ali’nin gerçek mücadelesi budur.

Nietzsche “erdemli insan, kalabalıkların içinde bile yalnız kalmayı göze alabilendir” der. Sabahattin Ali tam da böyle bir figürdü. O, bir dönemin çelişkilerini, korkularını, suskunluklarını üstlenmiş bir aynaydı. Ama o aynaya bakanlar kendi yüzlerini görmek istemediler. Çünkü onun aynası, insanın içindeki küçük hesapları, ikiyüzlülükleri, çıkar ilişkilerini çıplak şekilde yansıtıyordu.
Ve bir toplum, kendi çirkinliğini yüzüne vuran aynayı kırar. Sabahattin Ali’yi de kırdılar.
Ama aynanın kırılması, görüntünün yok olması demek değildir. Onun parçaları hâlâ etrafa ışık saçıyor; bugün bile “düşünceye sadakat”in ne demek olduğunu bize hatırlatıyor.

Sabahattin Ali’nin trajedisi yalnızca siyasi baskılarla, sansürle ya da faili meçhul bir ölümle açıklanamaz. Asıl trajedi, onun yaşarken de öldükten sonra da “yanlış anlaşılmasıdır”. O, bir ideolojinin sembolü, bir tarafın kahramanı haline getirildi; ama onun asıl derdi “taraf” değil, doğru olmaktı.
Bugün bile birçoğumuz onu romanlarıyla anıyoruz ama onun hayatı, edebiyatının önünde durur. Çünkü o, yazdığı gibi yaşamış, düşündüğü gibi davranmıştır. Düşünceyle yaşamın birbirinden ayrıldığı bir çağda, bu tutarlılık bir devrimdir. Ve devrimciler genellikle öldürülür; ama fikirleri değil.

Sabahattin Ali’nin düşüncesinde temel bir ahlaki ilke vardır: Korkmamak.
Korkmadan düşünmek, korkmadan eleştirmek, korkmadan konuşmak. Oysa korku, bu toprakların en eski alışkanlığıdır. İnsanlar fikirlerinden değil, fikirlerinin sonuçlarından korkarlar. Sabahattin Ali ise, hakikatin sonuçlarından bile korkmamıştır. Çünkü o bilir ki, sustukça insan küçülür.
“Konuşmak” onun için bir direnişti; kalem, bir silah değil, bir vicdan organıydı. Bu yüzden kelimeleri keskin, ama yüreği yumuşaktı. Çünkü o, insanı tüm çıplaklığıyla severdi.
İnsanı olduğu gibi sevmek, bütün çelişkileriyle, bütün korkaklıklarıyla kabul etmek; işte onun hümanizmasının özü buydu. Bu yüzden onun hikâyelerinde kötüler bile bir ölçüde anlaşılabilir. Çünkü o, kötülüğü bile insana ait bir zaaf olarak görür. Fakat asıl kötülük, bu zaafın üzerine örtülen yalandır. Ve o, bu yalanla savaştı.

Bugün onun ölümünden on yıllar geçti. Fakat bu ülkenin ruh hali pek değişmedi. Hâlâ doğruyu söyleyenler yalnız kalıyor, hâlâ eleştiriyi duymak istemeyenler güçlü kalıyor.
Sabahattin Ali’nin yaşadığı dönemle bugün arasında fark var gibi görünse de özde aynı zihinsel baskı devam ediyor: hakikatten korku.
Ama bir ülke, hakikatten korkarak büyüyemez. Gerçekle yüzleşmeyen toplumlar, kendini sürekli kandırır. Ve kendini kandıran bir toplumda ne düşünce gelişir ne de şahsiyet.
Sabahattin Ali, bu ülkenin düşünsel onuru olabilecek biriydi; fakat biz onun yerine onu susturmayı seçtik. Oysa bir toplumun büyüklüğü, susturduklarının değil, dinlediklerinin toplamıdır.

Bugün Sabahattin Ali’yi anmak, yalnızca bir yazarın hatırasını yaşatmak değildir; aynı zamanda bir vicdan muhasebesi yapmaktır.
Biz, hâlâ hakikati dile getirenleri yalnız bırakıyor muyuz?
Biz, hâlâ yanlış yapanı “bizden biri” olduğu için koruyor muyuz?
Biz, hâlâ düşünceyi kimden geldiğine göre mi değerlendiriyoruz?
Bu sorulara vereceğimiz dürüst cevaplar, aslında Sabahattin Ali’ye ne kadar benzeyip benzemediğimizi gösterecektir. Çünkü o, soruların adamıydı. Cevaplardan değil, sorgulamaktan yanaydı. Ve bu ülkede sorgulayan insanlar her zaman tehlikeli görülmüştür.

Sabahattin Ali’nin hikâyesi, aslında hepimizin hikâyesidir.
İçimizdeki şeytanla yüzleşmeden, içimizdeki korkuyu yenmeden, kendi mahallemizin yanlışına karşı çıkmadan, gerçek bir toplumsal ahlak kurulamaz.
Onun yalnızlığı, bizim suskunluğumuzun aynasıdır.
Ve belki de onun trajik ölümü, bize şu gerçeği hatırlatmak içindir:
Hakikati dile getiren insan ölür, ama hakikat ölmez.
Çünkü hakikat, bir insanın bedeniyle değil, cesaretiyle yaşar.
Sabahattin Ali, o cesaretin adıdır.

Gazeteus / Makale

By editör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir