Peter Paul Rubens (1577–1640), Barok dönemin en güçlü ve etkileyici ressamlarından biri olarak, tarih boyunca trajedi ve dram konularını işleyen başlıca sanatçılardan biridir. Flaman asıllı Rubens, sadece bir ressam değil, aynı zamanda diplomat, filozof ve entelektüel bir figürdü. Hayatı boyunca sanat ve politika arasında köprüler kurmuş, sanatını yalnızca estetik amaçlarla değil, insan ruhunu, toplumsal olayları ve tarihsel trajedileri aktaracak şekilde kullanmıştır. Rubens’in eserleri, yalnızca görsel bir şölen sunmakla kalmaz, aynı zamanda izleyiciye insan doğasının karmaşıklığını, güç ve güçsüzlük arasındaki çatışmayı ve ahlaki sorumluluğu sorgulatır.

“Masumların Katli”, Rubens’in en dramatik ve trajik eserlerinden biridir. Tuvalin karşısına geçtiğinizde, ilk fark ettiğiniz şey sessizliktir; ancak bu sessizlik, sahnedeki çığlıkların sessizliğidir. Çocukların donuk bakışları, annelerin çaresiz çırpınışları, askerlerin yüzlerindeki donuk itaat… Hepsi, bize yalnızca geçmişin bir yansımasını değil, insan doğasının karanlık yanlarını ve tarih boyunca tekrarlanan trajedileri de hatırlatır. Rubens’in fırçası, bu dramatik sahneyi yalnızca fiziksel olarak değil, psikolojik ve duygusal açıdan da izleyiciye aktarır.

Rubens’in hayatı ve sanatı, “Masumların Katli” tablosunu daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Rubens, Antwerpen’de doğmuş ve genç yaşta İtalya’ya giderek Rönesans sanatının ustalarından eğitim almıştır. Michelangelo ve Caravaggio’nun etkisi, Rubens’in dramatik figür kullanımı, ışık ve gölge oyunlarıyla birleşmiştir. Rubens, İtalya’daki deneyimlerinden sonra Flaman Barok sanatının en güçlü temsilcisi haline gelmiş, Avrupa’nın farklı saraylarından aldığı siparişlerle ününü pekiştirmiştir. Ancak onun eserlerinin derinliği yalnızca teknik ustalıkta değildir; Rubens, insan psikolojisini, toplumsal ve tarihsel olayları resimlerine taşıyan bir anlatıcıdır.

“Masumların Katli” de tam olarak bu anlatıcılığın bir ürünüdür. Tabloda, Kral Herod’un emriyle bebeklerin öldürülmesini Rubens, dramatik bir şekilde tasvir eder. Çocukların bakışlarındaki korku ve annelerin çaresizliği, izleyicide yoğun bir empati duygusu uyandırır. Rubens, Barok sanatın tipik özelliklerini kullanarak, dramatik ışık ve gölge oyunları, canlı renkler ve figürlerin yoğun hareketi ile sahneyi bir trajedi sahnesine dönüştürür. Kırmızı tonları, sadece kanın rengini değil, aynı zamanda öfkeyi ve acıyı temsil eder. Gri ve kahverengi tonlar ise çaresizliği ve ölümün soğukluğunu aktarır. Gölgeler, insan ruhunun karanlık derinliklerini yansıtır.

Bu tabloyu izlerken Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramını hatırlamak önemlidir. Arendt, kötülüğün çoğu zaman özel bir plan veya eşsiz bir deha sonucu ortaya çıkmadığını, aksine sıradan insanların sorgulamadan emirleri yerine getirmesiyle büyüdüğünü söyler. Rubens’in askerleri tam olarak bunu temsil eder; yüzlerinde öfke yerine soğuk bir itaat vardır. Masumların katledilmesi, yalnızca fiziksel bir kayıp değil, aynı zamanda insanlığın vicdanının parçalanmasıdır.

Sokrates’in “Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha kötüdür” sözü bu sahnede daha da anlam kazanır. Askerlerin kılıçları, sadece kurbanların bedenini yaralamaz, aynı zamanda onları kullananların ruhunu da etkiler. Rubens’in tuvali, izleyiciye bu gerçeği hatırlatır: Başkasına yapılan zulüm, faili de değiştirir; onun ruhunu karartır ve insan olmanın sorumluluğunu gölgede bırakır.

Nietzsche’nin trajedi anlayışı burada özellikle önemlidir. Nietzsche’ye göre trajedi, insanın acı ve felaket karşısında kendi varoluşunu kavramasıdır. Rubens’in tablosunu izlerken yalnızca vahşet sahnesini görmüyoruz; aynı zamanda insanın kendi kırılganlığı, öfke, güç ve güçsüzlükle yüzleşmesini de deneyimliyoruz. Çocukların acısı, izleyicinin kalbine saplanan bir sorudur: “İnsan, kendi yarattığı trajediyle yüzleşmeye cesaret edebilir mi?” Tuval, geçmişin yanı sıra bugünün savaşlarını, göç yollarında ölen çocukları ve şiddet mağduru masumları da hatırlatır.

Rubens’in figür kullanımı da izleyiciye psikolojik bir derinlik sunar. Anneler çocuklarını korumaya çalışırken, bedenleriyle bir siper oluşturur; fakat onların çaresizliği, insanın güçsüzlüğünü ve trajediyi kabullenmek zorunda oluşunu gösterir. Askerlerin sert bakışları ve donuk duruşları, güç ve itaat arasındaki çatışmayı simgeler. Rubens, izleyiciyi yalnızca sahneye dahil etmekle kalmaz; onu olayın bir parçası hâline getirir.

Rubens’in kullandığı renk ve ışık, dramatik etkiyi artırır. Barok sanatın tipik özellikleri olan kontrast ışık-gölge kullanımı, sahnedeki gerilimi ve dramatik etkiyi yükseltir. Kırmızı ve koyu tonlar, acıyı ve öfkeyi temsil ederken, gölgeler ve karanlık alanlar, insan ruhunun karanlık ve bilinmez yanlarını yansıtır. İzleyici, tabloya baktıkça vicdanıyla, empatiyle ve insan olmanın ağırlığıyla yüzleşir.

Bu tablo aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri niteliği taşır. Tarih boyunca savaşlar ve katliamlar, gerekçelerle meşrulaştırılmıştır. Rubens ise hiçbir gerekçenin masum bir çocuğun hayatını almaya yetmeyeceğini gösterir. Aristoteles’in etik anlayışına göre, insan erdemli bir yaşam sürmek ve adaletle hareket etmekle yükümlüdür. Askerlerin eylemleri, erdemin yokluğu ve vicdanın susturulmasının trajik bir örneğidir.

Goya’nın savaş ve trajedi temalı eserlerini düşündüğümüzde, Rubens’in tablosu bir öncü gibi görünür. Francisco Goya, “3 Mayıs 1808” ve “Savaşın Felaketleri” serisiyle izleyiciye vahşeti, masumların acısını ve insan ruhunun karanlık yönlerini göstermeye çalışır. Rubens de benzer bir şekilde dramatik sahneyi yalnızca aktarmakla kalmaz; izleyiciye sorumluluk yükler. Biz, bakmakla kalamayız; o acıyı hissetmeli ve vicdanımızda yankılandırmalıyız.

Edvard Munch’un Çığlık adlı eseri de Rubens’in eserini hatırlatır. Her iki sanatçı da izleyiciye bir soru sorar: Acıyı görmezden gelebilir misiniz, yoksa onu içinizde taşımayı mı seçersiniz? Tuvalin sınırlarını aşan çığlık, hâlâ yankılanmakta ve izleyiciyi rahatsız etmektedir.

Rubens’in tablosu, tarihsel belleği canlı tutar. Her figür, her bakış ve her hareket, insanın sorumluluklarını hatırlatır. Bu sahne, geçmişin hatalarını görmeye ve onları tekrarlamamaya davet eder. Kant’ın ödev etiği çerçevesinde, insan doğru ve ahlaki olanı yapmakla yükümlüdür; masumlara zulmetmek, bu sorumluluğun reddedilmesidir.

Sartre ve Camus’nün varoluşçu düşünceleri de burada önem kazanır. Askerler özgür iradeleriyle değil, emirler altında hareket ederler; böylece özgürlüklerini kötüye kullanmış ve vicdanlarını susturmuş olurlar. Bu tablo, özgürlük ve sorumluluk arasındaki çatışmayı dramatik bir şekilde ortaya koyar.

Rubens’in “Masumların Katli”, sadece tarihsel bir olayın aktarımı değil; evrensel bir ahlaki ve felsefi sorudur. Bugün de savaşlar, toplumsal adaletsizlikler ve göç yollarında ölen masumlar vardır. Tuval bize sorar: Görmezden mi geleceğiz, yoksa insan olmanın sorumluluğunu mu üstleneceğiz?

Tarih boyunca sanat, insanın hem acılarını hem de vicdanını aktarmanın en güçlü yollarından biri olmuştur. Rubens, bu eseriyle tarihin acımasızlığını ve insan ruhunun kırılganlığını tuvaline taşımış; izleyiciye yalnızca bakmak değil, hissetmek ve sorgulamak yükümlülüğünü hatırlatmıştır. Çocukların bakışlarındaki masumiyetin yok oluşu, yalnızca fiziksel bir kayıp değil; insanlığın ahlaki pusulasının şaşmasına da bir işarettir.

Rubens’in eserinde dramın ve trajedinin gücü, izleyicide bir tür vicdani uyanışı tetikler. Bu, sanatın görevini ve sorumluluğunu bize hatırlatır: Sadece güzelliği aktarmak değil, hakikati göstermek ve izleyiciyi sorgulamaya davet etmek. Tuvaldeki acı, izleyiciyi rahatsız eder; çünkü rahatsızlık, farkındalığın ilk adımıdır.

Bu bağlamda, Rubens’in tablosu modern dünyamız için de geçerlidir. Günümüzde de masumlar, çocuklar ve savunmasızlar şiddet ve adaletsizlikten etkilenmektedir. Tuval bize bir ayna.

Gazeteus / Makale

By editör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir