“İnsan, kendine yabancılaştığında görünmez olur. Ve bazen görünmezliğin bedeli, varlığını tamamen silmektir.”

Nihal Candan’ın ölümü, sadece genç bir bedenin çöküşü değil; çağımızın derin bir yarasını gözler önüne seren trajik bir vakadır. Estetikle, görünürlükle, şöhretle ve kimlikle örülmüş bir varoluşun, sessiz ve yavaş bir biçimde nasıl çözündüğünü izledik. Bu bir ölüm değil, bir silinmeydi. Ve biz, bu silinmenin izleyicisiydik belki biraz da suç ortağı.

Cezaevi sürecinde hızla kilo kaybeden, 23 kiloya düşen, sonunda iki kez kalbi duran ve hayata tutunamayan bir genç kadın… Ancak bu fiziksel çöküş, çok daha öncesinden başlamıştı. Onu tanıyanlar için değil, onu tanımadan izleyenler için bile belliydi: Nihal, uzun süredir yaşamak değil, görünür kalmak için savaşıyordu.

“Yaşamak istemiyor” cümlesinin ağırlığı

Nihal’in babasının sözleri hâlâ kulaklarımızda: “Yaşamak istemiyor… Her şey üst üste geldi.” Bu cümlede, sıradan bir kırgınlık değil; derin bir tükenmişlik var. Orada yalnızca bireysel bir üzüntü değil, sistematik bir boğulmuşluk yankılanıyor. Yaşam istememek, artık hayata dair arzunun, bağın, anlamın kopmasıdır. Ve bu, psikanalitik anlamda “ölüm dürtüsünün” baskın hâle gelmesidir.

Freud’un tanımıyla ölüm dürtüsü, organizmanın hareketsizliğe ve ilk hâline dönme arzusu; yani kendi kendini sonlandırma eğilimidir. Nihal’in anoreksiyası sadece yemek yemeyi reddetmek değil, “benlik”le bağını kesmenin fiziksel bir tezahürüydü. Bedenini yok etmeye çalışarak kendini susturuyor, kendine geri dönmeye çalışıyordu.

Anoreksiya: Sessiz bir çığlık, görünmez bir isyan

Anoreksiya, genellikle fiziksel bir estetik arzusu olarak görülür. Oysa çoğu zaman, varlığını duyuramayanların son sığınağıdır. Kontrol edemediği hayatı karşısında, en azından bedenini denetleyerek bir “otorite” kurmak ister insan. Lacan’ın deyimiyle, dilin dışında kalan bu çığlık, beden aracılığıyla konuşur.

“Bir varlığın kendi varlığını silmesi, en güçlü haykırıştır.”
— Emil Cioran

Nihal Candan’ın da haykırışı, sözle değil, etle oldu. Yüzünden düşen etleriyle, susarak konuştu. Onun anoreksiyası, görünür olma çabasında görünmezleşmenin bir başka biçimiydi. Belki de en acıklısıydı.

Toplumsal Estetik Diktası ve Görünürlük Çağı

Jean Baudrillard, simülakrlar çağında gerçekliğin yerini imajların aldığını, ve bu imajların artık kendi başına bir gerçeklik olduğunu söyler. Bu çağda birey, kendisini değil, başkalarının görmek istediği “ideal benlik”i üretmek zorundadır. Nihal Candan da, görünürlükle varlığını sabitleyen, “beğeni” ile benliğini ölçen bir sistemin içinde kendini kaybetmişti.

“Güzel ol ya da yok ol.”
İşte dijital çağın en acımasız buyruğu.

Şöhretin, ekranların ve sosyal medyanın dayattığı bu “estetik totalitarizm”, kişinin benliğiyle kurduğu ilişkiyi parçalıyor. Güzellik artık kişisel bir estetik değil; sosyokültürel bir zorunluluk. Ve bu zorunluluk, kimi zaman bir ölüm davetiyesine dönüşüyor.

Heidegger’in “das Man” ve kendi olmaktan vazgeçiş

Heidegger’in “das Man” kavramı —yani sıradanlık içinde erime— Nihal’in hikâyesinde ete kemiğe bürünüyor. İnsan, başkalarının bakışıyla yaşamaya başladığında, kendi hakikatinden kopar. Artık kendisi değildir; görünmesini istedikleri kişidir. Ve o görünüm bozulduğunda, altında kalan hiçlik onu içine çeker.

“İnsan özgürlüğe mahkûmdur” der Sartre. Ancak bu özgürlük, seçim yapma yüküyle birlikte gelir. Belki de Nihal, seçim yapma gücünü çoktan yitirmişti. Yaşamak yerine, yaşanılan olmakla yetinmişti. Kendi özünü kurmak yerine, başkalarının aynasında yansıyan bir “imaj” olmuştu.


Bu Ölüm Bizim Aynamızdır

Bu ölümü sadece bir sağlık krizi, sadece bir bireysel çöküş olarak göremeyiz. Bu, topluca kurduğumuz bir “algı cehenneminin” kurbanıdır. Hepimiz, payımıza düşen suskunlukla, hayranlıkla ya da alaycılıkla bu hikâyenin seyircisiydik. Ve belki de artık şu soruyla yüzleşmeliyiz:

Görünür olmak mı, gerçek olmak mı? Ya da daha felsefi sorarsak: Yaşamak mı zor, yoksa kendin olarak kalmak mı?

Nihal’in ardından sadece bir beden değil, bir soru işareti kaldı:
Kendini silmeye zorlanan insanı kim kurtarır?
Cevabı, hepimizin bakışında gizli.

“Benliğini unutan, gölgesine tutunur. Ve gölgeler çok uzun sürmez.”

Nihal Candan’ın Ardından Ailelere ve Kendimize Dair Bir Hatırlatma

“Bir çocuğun kalbi, sadece kanla değil, görülme, anlaşılma ve tutulma ihtiyacıyla atar.”

Nihal Candan’ın ölümüne dair haberler sadece bir kaybı değil, bir ihmalin, bir yalnızlaşmanın ve çağın sessiz şiddetinin yankısını taşıyor. Anoreksiya gibi yıkıcı bir hastalık, sadece kişinin bedeniyle değil, aynı zamanda çevresiyle ve toplumsal iklimle kurduğu ilişkiyle şekillenir. Bu nedenle bu ölümün ardından sormamız gereken soru şudur: Birey bu kadar sessizce silinirken, kimler bakıyordu ama göremiyordu?

Aileye Dair: Görmek, Duymazdan Gelmekten Farklıdır

Aile, yalnızca biyolojik bir birliktelik değil; bireyin varlığının tanındığı, duyulduğu ve sınırlarının sağlıklı biçimde şekillendiği ilk topluluktur. Ancak bu yapı, çoğu zaman “koruma” adı altında bastırma, “ilgi” adı altında yönlendirme ve “sevgi” adı altında biçimlendirme hâline dönüşebiliyor.

“Çocuk, ilk önce ailesinin bakışında görünür olur ya da görünmezleşir.”

Nihal’in yaşadığı çöküş bize şunu gösteriyor:
Sadece ekranlara değil, birbirimizin gözlerinin içine bakmayı da unuttuk. Gerçek ilgiyi, duygusal bağlanmayı ve yargısız kabulü çocuğumuza sunamadığımızda, çocuk görünürlük arayışını dış dünyaya taşır. Sosyal medya bu anlamda sadece bir mecra değil, eksik görülen sevginin telafi edildiği bir vitrin hâline gelir.


Kendimizi Nasıl Koruruz? – İçsel Sınırların İnşası

Kendimizi korumak, bugün artık yalnızca fiziksel değil, psikolojik ve felsefi bir meseleye dönüşmüş durumda. Bu çağ, “ben”i tüketen bir çağ. Herkesin herkese baktığı, herkesin herkes gibi olmak istediği bir düzlemde kendi iç sesimizi duymak giderek zorlaşıyor.

Bu noktada stoacıların “içe dönük özgürlük” anlayışı bize rehber olabilir. Epiktetos şöyle der:

“Başkalarının ne yaptığı senin elinde değildir. Ama nasıl tepki verdiğin senin elindedir.”

Bu çağda var kalmak istiyorsak, başkalarının bizi nasıl gördüğünden ziyade, biz kendimizi nasıl duyuyoruz sorusunu öne almalıyız. Kim olduğumuzu unutmaya başladığımızda değil, başkalarının kim olmamızı istediğini yaşamaya başladığımızda kırılmalar başlar.


Aynaya Değil, İçimize Bakmak

Modern birey artık aynaya “kendine bakmak” için değil, başkaları gibi görünüp görünmediğini kontrol etmek için bakıyor. Bu, bireysel bir sapma değil, toplumsal bir hastalık. Bizi hasta eden şey, beden değil; bedenimize yüklediğimiz anlamın şekli.

Simone Weil şöyle der: “İnsan, kendine yöneltilen bakışların ağırlığı altında ezilir.”

O halde ilk görevimiz, o bakışların bir kısmını kendi içimize çevirmek. Kendimizi seyreder gibi değil, kendimizi duyar gibi yaşamayı öğrenmek. Bu, yalnızca bireysel bir terapi değil, varoluşsal bir onarım sürecidir.


Çocuğunu Dinleyen Toplum, Kendisini de Duyar

Ailelere düşen en temel sorumluluklardan biri: çocuğu gözlemlemek değil, onunla birlikte durabilmek. Sevgi, sadece sarılmak değil; dinlemek, yargısız kabul etmek ve gerekirse sessizce yanında oturabilmektir.

Jung şöyle der: “Bir çocuk eğitmek mi istiyorsun? Önce kendi gölgene bak.”

Çocuklar yalnızca sevgiye değil, anlamlı bir varlık deneyimine ihtiyaç duyar. Dış dünyada bir figür olmadan önce, iç dünyada bir yer edinmeye muhtaçtır. Eğer çocuk, evin içinde kendini göremiyorsa, dışarıda kendini göstermek için her şeyi göze alabilir. Ve bazen bu, ölümle bile sonuçlanabilir.


Son Söz Yerine: Sessizliği Dinlemeyi Öğrenmek

Nihal Candan’ın hikâyesi, sadece bir ölüm haberi değil; bir çağın aynasıdır. Bu aynaya bakınca yalnızca onu değil, kendimizi de görmeliyiz. Çocuklarımıza, kardeşlerimize, sevdiklerimize sadece “iyi misin?” demek yetmez. Gerçekten duyacak kulağımız, hissedecek kalbimiz, anlayacak niyetimiz var mı?

“İnsan, ancak dinlenirse var olur. Yoksa sadece yaşar gibi yapar.”

Ve belki de şu soruyla başlamak gerekir:
Evimizde gerçekten kimin sesi duyuluyor? Ve kim yavaş yavaş sessizliğe gömülüyor?

By editör

One thought on “Nihal Candan ve Bir Hayatın Çöküşü: “Güzel Olmak” Adına Ölmek, Estetik Totalitarizmi – İbrahim Ağkavak”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir