Dil: Varlığın Gölgesi mi, Aynası mı

Dilin yapısı ve oluşumu hakkında sayısız makale ve deneme yazılagelmiştir. İnsanın insan olma yolundaki en büyük engel belki de dildir. Öte yandan, insan belki de ancak dili kullanmaya başladığında “insan” olabilmiştir. Harari’nin Sapiens kitabında da bu konuya değinilir: İnsan, dedikoduyu icat ettiği için varlığını sürdürebilmiştir, der Harari.

İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an’da da dile yer verilir. Yaratılış kıssasına bakacak olursak, Tanrı Adem’e eşyanın bilgisini ve ismini belletmiştir melekler karşısında. Buradan çıkarılacak temel sonuç, kuşkusuz bilinç düzeyidir. Lakin dile atfedilen önem burada da kendini açıkça göstermektedir.

Rousseau da dil üzerine düşünmekten ve yazmaktan kendini alamayanlardan biridir. (Bu arada Rousseau’nun dili kullanımı şahanedir; tam bir Gorgias örneği.) Rousseau, dilin icadını daha kompleks bir şekilde ele almış ve başlangıç itibarıyla jest ve mimiklere odaklanmıştır. Daha sonraları ise duygulanımların, yani aşk, nefret, öfke, sevme, acıma gibi duyguların, dilde asıl belirleyici unsurlar haline geldiğini savunmuştur.

Ona göre temel gereksinimler (yiyecek, içecek gibi) dilin icadı ve gelişimi açısından çok da belirleyici olmamıştır. Dilin kökeni için bir başka temel unsur ise ahlaki gereksinimlerdir. Rousseau, dilin ilk örneklerinin daha çok mecazlı olduğunu dile getirir. Çünkü mantıksal yargılar henüz gelişmemişti; kullanılan dil sadeydi ve bu nedenle mecazi bir yapı sergiliyordu.

Buradan hareketle, dil mi düşünceyi; düşünce mi dili geliştirmiştir sorusuna Rousseau’ya göre daha çok dilin düşünceyi geliştirdiği yönünde bir çıkarımda bulunabiliriz. Elbette bu kesin bir hüküm değil, yalnızca düşünürün yorumlarından elde edilen bir değerlendirmedir.

Dil kullanımına ilişkin olarak Rousseau yazıya da değinmiştir. Yazının bazı uygarlıklardaki gelişimi ve değişimi hakkında bilgiler sunar. Yazı ile dilin aynı şeyler olmadığını vurgular ve bu ikisinin kronolojik olarak aynı evrede gelişemeyeceğini ifade eder. Örneğin Yunan-Fenike ikilemini örnek verir: Yunanlılar yazıyı Fenikelilerden almıştır ama Yunan dilinin çok daha eski olabileceğini savunur.

Yazı, dile sınırlandırıcı bir etki yapar der Rousseau. Çünkü yazıda duygulanım kolayca anlaşılamaz. Oysaki konuşma sırasında yapılan vurgu ve tonlamalar ifadeleri daha zengin kılar. Salt yazı diliyle dile getirmek, okumaktan farksızdır der düşünür. Günümüzde biz de bu sınırlılığı aşmak için noktalama işaretlerini ve hatta görece yeni sayılabilecek emojileri icat ettik belki de. 🙂

Rousseau, coğrafyanın insan anatomisi üzerindeki etkisine de değinir. Farklı coğrafyalarda yaşayan insanların yaşam biçimlerinin farklı olduğunu söyler. Bu farklı yaşam biçimleri de elbette dili etkiler. İklim ve toprak özellikleri, yaşam biçimini değiştiren temel unsurlardır ve bu da dile yansımıştır.

Kurak alanlarda toplu yaşam sürerken, sulak alanlarda daha dağınık yaşam izleri görülür. Dolayısıyla kurak alanlarda işbirliği, iş bölümü ve paylaşım yaygınlaştığından dilin gelişimi de daha olası hale gelir. Verimli topraklarda ise nüfus yoğunluğu fazla olduğundan etkileşim artar ve bu da dili besler. Oysaki verimsiz topraklarda etkileşimin azlığından ötürü dilin gelişimi yavaş olur ya da duraklar.

Rousseau, kuzey ve güney dillerine de değinir. Güney dillerinin daha sıcak ve yumuşak, kuzey dillerinin ise iklimin sertliğinden ötürü daha sert olduğunu belirtir. Çünkü iklim, metabolizmayı ve aynı zamanda bilinci şekillendiren bir etkendir. Gereksinim ve aile tipleri de dilin gelişiminde oldukça önemlidir. Aile kurumunun daha fazla önemsendiği iklimlerde ve toplumlarda dil de ilerler, gelişir. Yalnızca bir adada konuşulan bir dilin ise ölmeye mahkûm olduğunu savunur düşünür.

İlgimi en çok çeken konulardan biri de milletleşme olgusu oldu. Rousseau’ya göre kuzey iklimlerinde yaşam daha zor olduğundan iş bölümü daha fazladır ve bu da ancak birliktelikle doğaya karşı başarı getirebilir. Oysa güney iklimlerinde birçok iş bireysel düzeyde yapılabilir. Bu nedenle birlikteliğin daha önemli olduğu sert kuzey iklimlerinde milletleşme daha güçlü ve yaygındır. Bu görüşe genel olarak katılıyorum. Kimse Rusça’nın Hintçe’den daha nahif ya da yumuşak olduğunu iddia edemez sanırım. 🙂

Düşünürün üzerinde durduğu bir başka nokta da ses ve işlevleridir. Elbette ki diller çeşitli seslerden meydana gelir. Bu sesler kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya değişiklik gösterir. Salt sesin pek bir şey ifade etmediğini savunur Rousseau; sesin anlam kazanması armoni, melodi ve ahenkle mümkündür.

Dolayısıyla anlamını bilmediğimiz bir dildeki şarkının zamanla bize “gürültü” gibi geleceğini öne sürer. Oysa manasını bildiğimiz ya da ana dilimizdeki sesler bize daha anlamlı gelir, kulağa daha hoş gelir ve dinleme konusunda da süreklilik sağlar. Fakat burada Rousseau’ya tamamen katılıp katılmama konusunda tereddütlerim var. Çünkü anlamını bilmediğimiz dillerdeki şarkılardan da zevk alabiliyoruz. Belki yalnızca armoni ve melodi konusunda haklı olabilir.

Seslerin ahenkli bir şekilde harmanlanması ve bizzat kendilerinin dile gelmesi fikri bana oldukça cazip geliyor. Örneğin İdir’in “A Vava Inouva” şarkısını anlamamıza rağmen beğenmeyecek birini bulmak zordur sanırım. Öte yandan anlamlandırmayı ses mi yapar, mantık mı yapar; bu da ayrı bir tartışma konusudur. Mallarmé’nin “Kim konuşuyor?” sorusuna, Nietzsche’nin “Kelimelerin kendisi” cevabını vermesi üzerinde durulması gereken fenomenlerdendir bana göre.

Kitap, gerçekten güzel ve düşündürücü şeylerden bahsediyor.

Zeynep Mural

By editör

One thought on “Dil, Duygu ve Doğa: Rousseau’nun İzinde”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir